Sektör Markalaşma Fırsatını Yine Mi Kaçırıyor?

Son zamanlarda gündemde İngilizce ‘Sustainability’ kelimesinin Türkçemize çevirisi olan Sürdürülebilirlik ya da Sürdürebilirlik konuları gündemi dolduruyor. Tercümenin bile tam olarak oturtulamaması belki de konuya ne kadar önem verdiğimizi gösteriyor. Nedir sürdürülebilirlik? Üretim yaklaşımlarımızın doğa, insan ve karlılık eksenine ‘eşit’ oranlarda oturtularak gelecek nesillere hak ettikleri kalitede yaşayabilecekleri bir dünya bırakmak. Son yıllarda sürdürebilirlik konusunun çok konuşuluyor olması ortada bir sorun olduğunun göstergesidir.

Evet sorun, yarınlar yokmuş gibi tüketmemiz. Bugünkü  yaşam felsefemizin artan gelir düzeyi ile birlikte daha fazla tüketime odaklı olması madalyonun bir yüzü. Diğer yüzü ise yoğun üretime dayalı iş modeli. Her iki durum da yoğun kaynak kullanımını teşvik ederken istenilmeyen çevresel etkiler yaratmaktadır. Her kaynağın çevreye bir maliyeti vardır. Dünyanın insanoğlunu besleme yeterliliğinin bir göstergesi sayılan ‘Ecological Footprint’ gün geçtikçe artmaktadır. Mevcut alışkanlıklarımızla bunu devam ettirmemiz ve sürdürülebilir kılmamız olası değildir. Tüketiciler bu konuda bilinçlenirken, üreticilerin de buna cevap vermesi artık gönüllülüğün ötesinde bir sorumluluk haline gelmiştir.

Türk Tekstil sektörü bu gelişimin neresindedir? Dünya bazında baktığımızda birçok şirket yol alırken Türkiye bazında, eğer dürüst olmamız gerekirse, ne yazık ki henüz yolun başında sayılırız. ‘Sustainable Fashion’, ‘Sustainable Textiles’ kelimeleri artık sektörün lügatına girmiş durumda. Enerji ve kaynak verimliliğinin yanında fonksiyonel tekstillere yönelim eko-tasarım yaklaşımları ile hızla ilerliyor. Bunlar olurken sürdürülebilirliği fırsat bilen firmalar yeni ürünler ile farkındalık yaratırken, sektöre yeni adım atanlar sürdürebilirliği marka yaratma fırsatı olarak görmektedirler. Düşük karbon ekonomisine geçerken sürdürülebilir üretim yaklaşımları sektör için markalaşma fırsatları sunmaktadır. Kendilerini tedarik zincirinde gören firmaların ise bu yaklaşımlara adapte olarak yeşil pazardan pay alabilmeleri ve önde gelen markalar ile çalışabilmeleri için bir fırsattır.

Türkiye 1990’lı yıllarda yakalayıp lehine kullanamadığı markalaşma fırsatını bugün sektörün geleceği için değerlendirmek zorundadır. Çin, Hindistan gibi gelişmekte olan rakip ülkeler bile bu konulara yatırım yapmakta, altyapı hazırlıklarını UNEP destekleriyle hızla sürdürmektedirler. Bunun temel nedeni tedarik zincirinin büyük oranlarda üretimi bu ülkelerden temin ediyor olmasıdır. Önde gelen markalar sürdürülebilirlik konusuna bu ülkelerde altyapı kapasite geliştirme çalışmaları ile işe başlamışlardır. Türkiye bu konuda ikinci planda kalmaktadır.

Peki ne yapılmalıdır? Tüm üretici firmalar üretim süreçlerini Yaşam Döngüsü Değerlendirmesi (Life Cycle Assessment) sürecinden geçirmelidirler. Avrupa’da çıkan, çevre ve sürdürülebilirlik altyapısını oluşturan çoğu direktifin temelinde bu vardır: EU Ecolabel, Sürdürülebilir üretim ve tüketim, enerji tüketen ürünler, eko-tasarım, entegre ürün politikası. Yaşam Döngüsü bir ürünün ya da servisin hammaddeden üretime, tüketimden berterafına kadar bütün evrelerinin değerlendirildiği bilimsel bir yaklaşımdır. Bunun yanında ürünlerin karbon ayak izinin çıkartılması bu ay oylanacak ISO standardıyla hayatımıza girecek. Her ne kadar yukarıda belirttiğim tedarikçi ülkeler tarafından buna ticarete engel oluşturacağı endişesi ile karşı çıkılsa da bu Türkiye için farkındalık yaratma fırsatıdır. Türkiye, Avrupa pazarına yakınlığı, kaliteli ve etik üretimiyle ön plana çıkarken, sürdürülebilirliği de benimseyerek insan, doğa ve karlılık eksenine oturan üretim yaklaşımıyla markaların tercih nedeni olacak ve yeni markaların oluşumuna da altyapı hazırlayacaktır.

Dr. Hüdai Kara, Kurucu Ortak ve Yönetici | Metsims Sustainability Consulting